Türkiye’nin siyasal, sosyal ve ekonomik anlamda hızlı bir değişim geçirdiği şu günlerde insanın aklına şu veya bu şekilde tüm politik tartışmaların ortasında yer alan bir karakterin, bu ülkeyi kuran kişinin kim olduğu, ne yapmak istediği ve günümüzde halk ve aydınlar tarafından nasıl görüldüğü sorusu geliyor.
Mustafa Kemal kimdir? Başarılı bir asker mi? Zeki bir stratejist mi? Şanslı bir siyasetçi mi? İlkeli bir devlet adamı mı? Her fırsattan yararlanmayı bilen bir oportünist mi? Bir sağcı mı bir solcu mu? Bütün tartışmaların merkezinde yer alan ve “her yolun Roma’ya çıkması” gibi her siyasal argümanda mutlaka adı geçen Mustafa Kemal aslında kimdir?
Sol cenahtan Attila İlhan “Hangi Atatürk”ü yazarken, sağ cepheden Taha Akyol “Ama Hangi Atatürk”ü yayımlarken bu soruya yanıt arıyorlardı. Pek çok akademik çalışmada, tezde, makalede, gazete ve dergilerde konuya herkes kendi bakış açısıyla değindi. Her yazar ve araştırmacı kendince doğru bulduğu alıntılarla meseleyi çözmeye çalıştı. Dolayısıyla ortaya birbirinden farklı ve hatta birbirine taban tabana zıt çok sayıda Atatürk portresi çıktı. Atatürk kimi zaman bir faşist milliyetçi, kimi zaman inançlı bir Müslüman kimi zaman radikal bir solcu olarak karşımıza çıktı.
Türkiye’de ortaya çıkan her ideolojik akım, onu ve siyasal düşüncelerini kendi siyasal tutumlarını meşrulaştırmak için kullandı. Avrupa Birliği yandaşlarına göre Atatürk bir Batıcıydı ve Batılılaşmayı savunuyordu. Serbest piyasa ekonomisini, neredeyse istisnasız bütün Batılı sosyal, ekonomik, siyasal değerleri benimsiyor, Batı’yla işbirliği için gerektiğinde ulusal egemenlikten tavizler veriyordu ve bugün yaşasaydı Avrupa Birliği’ne üyeliği, Kamu İktisadi Teşebbüslerinin özelleştirilmesini savunur, Türkiye’nin Batı’ya entegre olması için elinden geleni yapardı.
Kimi milliyetçi gruplara göre Atatürk’ün Turancı fikirleri vardı ve bir şekilde Orta Asya, Kafkaslar, Ortadoğu ve Kıbrıs’ta egemenlik kurulması gerektiğini düşünüyordu.
Bazı sosyalist gruplarsa Mustafa Kemal’in Sovyetler Birliği’yle dostluk politikasını ve Kurtuluş Savaşı yıllarında Anadolu’da Komünist Parti kurulmasını örnek vererek Atatürk’ün sol görüşlü bir lider olduğunu iddia etmekteydi.
Son yıllardaysa Doğan Avcıoğlu, Attila İlhan gibi aydınların görüşleri tekrar gündeme geldi ve geçmişe göre daha marjinal gözüken ama gerçeğe daha yakın bir Atatürk portresi ortaya çıktı.
Bu Atatürk hem sağdan hem de soldan destek alıyordu. Mustafa Kemal Batıcı değildi, tam aksine anti-emperyalistti ve pek çok siyasal eylemini Batı’yı karşısına alarak yapmıştı. Atatürk ülkesinin tam bağımsızlığını savunan bir ulusalcıydı ancak “irredentist” hevesleri olan radikal milliyetçilere de iyi gözle bakmıyordu. Onun milliyetçiliği tam bağımsızlık, ulusal egemenlik, ulusal onur gibi değerler üzerinde yükseliyordu ve bu değerler en az laiklik ilkesi kadar hayatiydi. Yeni Kemalistler zamanla kendilerini Batı karşıtı bir konuma yerleştirdiler ve Türkiye’de kısa süre içinde siyasal cephe ulusalcılarla Batıcılar arasından geçmeye başladı. Bu noktada Atatürk en baştan değerlendirilmeli ve birtakım ideolojik sapmalardan korunma sağlanmalıdır.
En baştaki soruya dönersek… Atatürk kimdir ve daha önemlisi onun ideolojik mirası hangi bakış açısıyla değerlendirilmelidir? Bunu yaparken bir takım anahtar kavramlara başvurulmalıdır. Bunlar “Batı”, “Tam Bağımsızlık”, “Milliyetçilik”, “Din” gibi olgulardır ve Mustafa Kemal’in bu değerlere yüklediği anlam incelenmelidir.
BATI’NIN “DOĞU SORUNU”, DOĞU’NUN “BATI SORUNU”
Mustafa Kemal yıllarca Türk halkına bir Batılılaşma savunucusu ve Batı hayranı olarak sunulmuştur. Bunun temel sebepleri Mustafa Kemal’in bazı devrimlerinin yanlış yorumlanması ve İslami fundamentalizme karşı Batıcılığın panzehir olabileceği yanılgısıdır. Bir diğer önemli noktaysa anti-emperyalist köklerinden koparılan Mustafa Kemal’in ve onun ideolojik birikiminin özünden uzaklaştırılmaya çalışılmasıdır. Bu şekilde halk bilinçsizleştirilmiş ve emperyalist tehdit gözden uzak tutulmuştur. Sovyet tehlikesi paranoyası üzerinden halk kitleleri korkutulmuş ve Atatürkçülük adı altında pasifize edilmiştir.
Peki pek çoklarının hayran olduğu ve dört elle sarıldığı Batı, Türkiye’yi ve Türkleri nasıl görmüştür? 19. yüzyılın sonunda İngiliz devlet adamı Gladston Türkleri “insanlık dışı tür” diye tanımlamış ve gittikleri her yerde arkalarında kan izi bıraktıklarını, egemen oldukları yerlerde medeniyetin yok olduğunu ileri sürmüştür.[1] I. Dünya Savaşı sonunda Lloyd George Türkler için, “Türkler ulus olmak bir yana, bir sürüdür. Devlet kurmalarının ihtimali bile yoktur… Yağmacı bir topluluk olan Türkler, bir insanlık kanseri, kötü yönettikleri toprakların kanına işlemiş bir yaradır”[2] derken Lord Curzon şunları söylemiştir:
“Türkler Avrupa’dan atılmalıdır. Amerikalı senatör Lodge’nin de söylediği gibi İstanbul Türklerden tamamen alınmalı, bir veba tohumu olan savaşların yaratıcısı, komşuları için birer küfür olan Türkler Avrupa’dan silinmelidir.”[3]
Ayrıca yurt savunması yapan Kuvay-ı Milliye ve lideri Mustafa Kemal İngilizler tarafından “saldırgan şovenistler” ve “emperyalistler” olarak nitelendirilmiştir.[4]
Türklerin Batı’ya bakışı ise son derece kompleksli ve hayranlık doludur. Özellikle Türk aydınına göre medeniyet demek Avrupa demektir ve yapılması gereken Batılıların sempatisini kazanmaya çalışmak olmalıdır. Yusuf Akçura 1911’de bu durumu şu şekilde ifade etmektedir:
…bizim aydınlarımız, şimdi basını ellerinde tutanlar, Doğu ve İslam âlemi ile meşgul olmaktan adeta utanırlar. Medeni Avrupa dururken Şark düşünülmeye, göz atılmaya değer mi hiç? Sonra Allah esirgesin, Avrupalılar, bize henüz Avrupalılaşamamış, barbarlıktan, bağnazlıktan kurtulmamış demezler mi? Biz Batı’nın gözüne girmek isteriz. Batı’nın iyi niyetli yakınlığını kazanmak isteriz… bunun için Batı’ya yaranmalıyız, hatta dalkavukluk etmeliyiz.”[5]
Said Halim Paşa da bu konuda şunları söylemektedir:
“Milletçe yükselmek için Batı medeniyetinden yararlanmak gereğini duyduk. Bu düşünce nasıl olduysa ‘bunun için mutlaka Batılılaşmak gereklidir’ gibi yanlış bir kanı doğurdu. İşte bütün çabalarımızı faydasız ve güdük bırakan en esaslı yanlışımız bu olmuştur. Bu yanlış kanıdan bir de ‘kurtulmak için her bakımdan Batı milletlerini taklide mahkûmuz’ fikri doğmuştur ki, bu da öteki kadar kötü ve yersizdir.”[6]
Osmanlı Devleti tarihinin son yüz yılı aydınların ve halkın Batı’ya olan teslimiyetinin örnekleriyle doludur. Peki Mustafa Kemal bu konuda ne demektedir?
Mustafa Kemal Milli Mücadele başarıyla sonuçlandıktan sonra şunları söylemiştir:
“…aydınlarımız arasında çok iyi düşünenler vardır. Ama genellikle yanılgıya düşeriz. İnceleme ve araştırmalarımızda daha çok kendi ülkemiz, kendi gelenek ve göreneklerimiz ya da ihtiyaçlarımızı temel almalıyız, aydınlarımız belki dünyayı, öteki milletleri tanır ama kendimizi bilmeyiz.
Aydınlarımız milletimizi en mutlu millet yapayım der, başka milletler nasıl olmuşsa, onu da aynen yapalım der. Ama düşünmeliyiz ki böyle bir düşünce hiçbir dönemde başarı kazanmış değildir. Bir millet için mutluluk olan şey diğer millet için yıkıma sebep olabilir. Aynı neden ve şartlar birini mutlu kıldığı halde diğerini mutsuz edebilir. Onun için bu millete gideceği yolu gösterirken dünyanın her türlü ilminden, icatlarından, gelişmelerinden faydalanalım; fakat unutmayalım ki asıl temeli kendi içimizden çıkarmak zorundayız.”[7]
Yine Mustafa Kemal kendisiyle röportaj yapan bir Alman gazeteciye Avrupa’ya bakışıyla ilgili olarak şunları söylemiştir:
“Yüzyıllardan beri düşmanlarımız, Avrupa milletleri arasında, Türklere karşı kin ve düşmanlık düşüncesi aşılamıştır. Batı anlayışına yerleşmiş bu düşünceler, hala her şeyde ve bütün olaylarda varlığını sürdüren özel bir zihniyet oluşturmuştur… Bizi alt aşamada olmaya mahkûm bir millet olarak kabul etmekle yetinmeyip, Batı, çöküşümüzü hızlandırmak için ne gerekiyorsa yapmıştır. Batı ve Doğu anlayışlarında birbiriyle uyuşmayan iki ayrı ilke söz konusu olduğunda, bu önemli ayrılığın kaynağını bulmak için Avrupa’ya bakmalıdır. Avrupa’da her zaman mücadele ettiğimiz bir anlayış vardır.”[8]
Mustafa Kemal yıllar sonra ise, 1930’da Associated Press muhabiriyle gerçekleştirdiği sohbette kendisine “Türkiye ne zaman Batılılaşacak?” diye soran gazeteciye “Türkiye maymun değildir. Hiçbir milleti taklit etmeyecektir. Türkiye ne Amerikanlılaşacak ne de Batılılaşacaktır. Türkiye yalnızca özleşecektir”[9]diye cevap vermiştir.
İşte Mustafa Kemal’in bu yaklaşımı bizi milliyetçilik kavramına götürmektedir.
MİLLİYETÇİLİK VE SINIRLARI
Atatürk’ün milliyetçilik anlayışı barışçıdır ve yayılmacılığa karşıdır. Mustafa Kemal hiçbir zaman Türk milletinin ırksal olarak diğer milletlerden üstün olduğunu savunmamış yalnızca Türk milletinin de, diğer halklar gibi, bağımsız olma hakkı olduğunu ve dünyanın geri kalanının buna saygı göstermesi gerektiğini söylemiştir. Buna göre “Misakı Milli” sınırları belirleyicidir ve Türkiye’nin komşu devletleri işgal etmek veya sömürgeleştirmek gibi emelleri yoktur. “Yurtta sulh, cihanda sulh” sözü bu yüzden son derece önemlidir. Türk milliyetçiliği savaş değil barış temelinde yükselecektir.
Kimi zaman Mustafa Kemal günümüz şartlarında uç sayılabilecek milliyetçi söylemlerde bulunmuştur. Bunun temel sebebi ülkeye hâkim olan sosyal şartlar ve halkın içinde bulunduğu psikolojik durumdur.
Türk halkı yüzyıllarca bizzat kendi aydınları ve yöneticileri tarafından aşağılanmış, hakarete uğramıştır. Türk olmak bir ayıp, Türklük utanılacak bir etnik kimlik olarak değerlendirilmiştir. Örneğin Şeyhülislam Sabri Efendi “Araplara kıyasla biz Türkler ne değer taşırız ki?” gibi bir soru sormakta beis görmemiş, Türklere milli benliklerinin verilmesini savunanları “soysuzlar” olarak nitelemiştir. [10] Bir Osmanlı şairi olan Nefi “Tanrı, Türk’e irfan çeşmesini yasaklamıştır”[11] derken Osmanlı tarihçisi Naima Türkleri “kaba, idraksiz, hilekâr”[12] gibi kelimelerle tanımlamıştır. Vatan şairi diye bilinen Namık Kemal bile “Araplar yüce soylu bir millet, Türkler ise akılsız, anlayış yeteneği olmayan bir kavimdir”[13] demiştir.
İşte Atatürk milliyetçiliği bu şartlarda doğmuştur ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında kimi zaman radikalleşmesini çok da yadırgamamak gerekir. Nihayetinde Atatürk’ün milliyetçilik anlayışı zamanla daha da ılımlı hale gelmiş ve Avrupa’da Mussolini ve Hitler gibi liderler hüküm sürerken Türkiye’de milliyetçilik akımları göreceli olarak çok daha ılımlı halde varlıklarını sürdürmüştür. Atatürk milliyetçiliği temelinde daima tam bağımsızlıkçılığı, anti-emperyalizmi ve ezilen bir ulusun haklı davasını taşımıştır.
Milliyetçilik tüm ezilen uluslar için, faşizme ve ırkçılığa kaymamak şartıyla, gereklidir. Uğur Mumcu bu konuda “emperyalizmin en büyük korkusu, Batılıların baruttan sonra en tehlikeli buluş saydıkları milliyetçi uyanıştır”[14] diyerek meselenin önemini belirtmiştir.
Bu konuda en önemli tespiti yapan ise Emre Kongar’dır. Prof. Kongar’a göre:
“Bir milliyetçilik eylemi… O toplumun dünya toplumları içinde, öteki uluslarla birlikte eşit yerini almaya çaba harcıyorsa hiç kuşkusuz ilerici bir eylemdir. Bir milliyetçilik eyleminin ilerici ya da gerici olmasını belirleyen bir başka öğe, bu eylemin toplumsal etkileşim çerçevesinde ayrılıkçı mı yoksa bütünleştirici mi olduğudur”.[15]
Bu açıdan bakıldığında Atatürk milliyetçiliği eşitlikçi ve ilerici bir olgudur. Atatürk milliyetçiliğine yönelik saldırıların en yoğun şekilde Batı’dan gelmesi Mustafa Kemal’in haklılığını kanıtlar niteliktedir.
Batı ve Milliyetçilik konuları bizi ister istemez “Tam Bağımsızlık” olgusuna getirmektedir. Meseleye bir de bu başlık altında bakmakta fayda vardır.
TAM BAĞIMSIZLIK İDEALİ
Mustafa Kemal’in tam bağımsızlık anlayışı ezilen ulus milliyetçiliği, halklar arasında eşitlik ve barış arayışıyla doğrudan ilintilidir. Buna göre Türkiye sınırları dâhilinde Türk halkı egemendir ve ülke içi kararlar halkın doğrudan katılımıyla alınır. Türkiye’nin ulusal çıkarları vardır ve her ulus gibi Türk halkı da bu çıkarları korumaya çalışacaktır. Nasıl Türkiye başka devletlerin içişlerine karışmıyorsa diğer devletler de Türk halkının seçimlerine ve kararlarına saygı duymak durumundadır. Bu durum yabancı devletlerle işbirliği yapılmayacağı veya ittifaklara girilmeyeceği anlamına gelmez. Nitekim Cumhuriyetin ilk yıllarında Türkiye başta Sovyetler Birliği olmak üzere komşularıyla çeşitli anlaşmalar yapmış ve pek çok antant imzalamıştır. Uluslararası ilişkilerde tavizler verilebilir ancak bu tavizler karşılıklı olmalıdır ve ulusun egemenliğiyle tam bağımsızlık ilkelerini zedelememelidir.
Tam bağımsızlık Kurtuluş Savaşı’nın başından itibaren ciddi bir tartışma konusu olmuştur. Pek çok aydın bu ideale inanmamış ve Batılı devletlerin desteğinin zorunlu olduğunu savunmuştur. Örneğin Milli Mücadele’nin sembol isimlerinden Halide Edip bile Sivas Kongresi öncesinde Mustafa Kemal’e yolladığı mektupta şunları söylemiştir:
“…geçici bir Amerikan güdümünü kötünün iyisi olarak görüyoruz. Halkı; köyleri, sağlığı ve kafa yapısıyla çağdaş bir halk durumuna getirebilecek bir hükümet anlayışı ve uygulamasına gerek vardır. Bunun için gerekli paramız, uzmanlığımız ve gücümüz yok. Yabancı devletler arasında ülkemizle ilgili çekişmelerden bizi sakınacak bir yardımcıya gereksinimimiz var. Bunu Avrupa dışında ve Avrupa’dan daha güçlü bir elde bulabiliriz… Amerika değişik din ve ulustan insanları yönetmekte başarılıdır… Serüven ve savaş çağı artık geçmiştir. Sınırlarında bunca çocuğu ölen zavallı ülkemizin, düşünce ve uygarlık savaşında kaç şehidi var?”[16]
Mustafa Kemal ise bu konuda hiçbir taviz vermemiş ve gerek Sivas Kongresi’nde gerekse mücadelenin ilerleyen yıllarında tam bağımsızlıkçı tavrını korumuştur. Örneğin Nutuk’ta konuya bakışını Milletimizin temel yararı ile ilgili konularda yabancıların bizce hiçbir önemi yoktur. Biz gidişimizi yabancıların görüşlerine uydurma güçsüzlüğünü kötü görenlerdeniz.”[17]
diyerek ortaya koymuş, İzmir’de halka yaptığı bir konuşmadaysa “Biz barış istiyoruz dediğimiz zaman, tam bağımsızlık dediğimizi herkesin bilmesi gerekir”[18] demiştir. Nutukta ise meseleye:
“İnsaf ve yardım dilenmek gibi bir ilke yoktur. İnsaf ve yardım dilenciliğiyle ulus ve devlet işleri görülemez. Millet ve devletin onuru ancak bağımsızlıkla sağlanır… Bir ulus yalnızca kendi gücüne dayanarak varlığını ve bağımsızlığını sağlayamazsa, şunun bunun oyuncağı olmaktan kurtulamaz.”[19]
diyerek son noktayı koymuştur.
KEMALİZM’İN SEMBOLİK ÖZETİ: ALTI OK
Altı Ok, Mustafa Kemal’in Kemalizm ideolojisini basitleştirmek ve halka daha rahat anlatmak amacıyla kullandığı bir sembolün adıdır. Bu ilkeler bir yurtiçi gezisi sırasında Mustafa Kemal Atatürk ve Şükrü Kaya, Recep Peker, Dr. Reşit Galip, Memduh Şevket Esendal ve Ahmet Hamdi Başar gibi arkadaşlarının yaptığı fikir alışverişi ve tartışmalar sonucu belirlenmiştir. Her ne kadar grup içinden ilkelerin muhteviyatı ve kapsadığı alanlar üzerinde birtakım fikir ayrılıkları olsa da, sonunda genel bir uzlaşmaya varılmıştır.[20]
Bu ilkeler Mustafa Kemal’in ideolojik dünyasının ve devrimci çabalarının birer ürünü niteliğindedir. Dolayısıyla Kemalist Devrim karşılığını söz konusu sembollerde bulur. Bu ilkeler altı tanedir ve hem bireysel olarak hem de toplu olarak Kemalizm’in sınırlarını çizmektedir.
Laiklik: Laiklik yalnızca din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması demek değildir. Aynı zamanda dini kuralların eğitim, sosyal yaşam ve yasal meselelerde referans olarak alınmaması durumudur. Buna göre yasalar dini realitelere göre değil toplumun hayati ihtiyaçlarına göre düzenlenir. Bu ilke hem insanlara düşünce ve inanç özgürlüğü getirir hem de dinin devlet meselelerine müdahalesini engeller. Dolayısıyla laiklik hem bireysel hem de toplumsal bir boyuta sahiptir. Son yıllarda moda haline gelen “insanlar laik olmaz, devlet laik olur”[21] argümanı bilimsel olarak geçersiz olduğu gibi kötü bir niyetin de izlerini taşımaktadır zira bireylerin laik olmadığı bir toplumda devletin laik kalmasını sağlamak pratik olarak imkânsızdır. Dolayısıyla laiklik bireysel ve toplumsal hak ve özgürlüklerle doğrudan bağlantılıdır. Laiklik göz ardı edildiği yerde demokrasiyi ayakta tutmak söz konusu olamaz. Her ne kadar günümüzde kimi çevreler “demokrasi laiklikten daha önemlidir” iddiasında bulunsalar da bu argümanın çoğunlukla siyasal İslamcılar tarafından kullanılması meselenin özünü ve gizli niyetleri açığa çıkarmaktadır.
Türk tipi laikliğin temelleri Fransız Devrimi’nin ilkeleri üzerinde yükselmektedir ve bu yüzden son yıllarda Anglo-Saxon ekolü tarafından eleştirilmektedir. Öncelikle Sami Selçuk tarafından Türkiye’de tartışama ortamına sokulan “laikçi” terimi kısa sürede radikal İslamcıların elinde oyuncağa dönüşmüş ve her siyasal tartışmada laik ve ilerici kesime karşı kullanılan bir manipülasyon aracı haline gelmiştir. Oysa ki “laikçilik” sosyal gerçekler üzerinde yükselen değil, Yeni Dünya Düzeni savunucusu neo-liberal aydınlar tarafından “üretilen” bir kavramdır ve hiçbir bilimsel karşılığı yoktur. Laikçilik kavramı bugün itibariyle laiklik karşıtı radikal İslamcı çevrelerin neo-liberal aydınlardan ödünç aldıkları ve evrensel demokrasi ve laikliliğe saldırmak için kullandıkları bir araç niteliğindedir. Sosyal bilimlerde kavramlar ihtiyaçlar doğrultusunda kendiliğinden doğar, yapay olarak oluşturulan olgular çoğunlukla belirli politik amaçlara hizmet etmek için vücuda getirilir ve bu olgular bilimsel tartışmaları yolundan saptırdıkları gibi problemli konuların çözümünü de güçleştirirler. Mustafa Kemal’in laiklik anlayışı ve meseleyi ortaya koyuş biçimi yüzyıllarca süren bir esarete meydan okuma şeklindedir ve doğrudan Türk toplumunun ihtiyaçlarından yola çıkarak hayat bulmuştur.
Ulusalcılık: Yukarıda detaylı bir şekilde anlatıldığı için bu bölümde Atatürk milliyetçiliğinin tam bağımsızlıkçı bir karakterde olduğu, şovenizm ve ırkçılıktan uzak, yalnızca Türkiye’nin bağımsızlığını savunan bir ideolojik yaklaşım olduğunu söylemek yeterli olacaktır. Buna göre Türk halkı etnik olarak diğer halklardan daha üstün değildir ancak onlar karşısında utanması gereken, yetersiz ve zayıf bir millet de değildir. Ulusalcılığın temelinde tam bağımsızlığa duyulan kıskanç bağlılık ve anti-emperyalizm nosyonu vardır. Bu ulusalcı tavır belirli ölçüde gereklidir zira ulusal birlik, bütünlük ve emperyalizme karşı tek vücut olma şansı söz konusu ilkenin hayata geçirilmesiyle mümkündür.
Halkçılık: Atatürkçü düşünce sisteminde halkçılık demokrasiye giden yolu açan kavramdır. Kavram bünyesinde sosyal adaleti, eşitliği ve dayanışmayı barındırır. Amaç farklı toplumsal sınıf ve katmanlardan gelen insanların işbirliğini sağlamak, onları ortak çıkarlar etrafında birleştirebilmektir. Bu yönüyle halkçılık kapitalizmden de sosyalizmden de ayrılır. Halkçılığın en güzel örneği Kurtuluş Savaşı sırasında farklı siyasal, sosyal, ekonomik, etnik ve dini grupların tek bir amaç etrafında bir araya gelmesi ve mücadele etmesidir. Bu yönüyle Türk bağımsızlık Savaşı hem halkçı hem de milliyetçi karakterdedir. Halkçılık eşitlik ve adalet demektir ve bugün anayasada yer alan “sosyal hukuk” devleti kavramının temelini oluşturmaktadır.
Cumhuriyetçilik: Cumhuriyetçilik genç Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temelini ve yeni bir sistemin ideolojik altyapısını oluşturur. Cumhuriyetçilik Halkçılıkla birbirini bütünler çünkü cumhuriyetçilik ilkesi ulusal egemenliğe ve insanların devlet yönetimine katılmasına olanak verir. Hemen hemen tüm devrimler bu ideal üzerinde yükselir ve Türkiye Cumhuriyeti’ni Osmanlı Devleti’nden ayıran en önemli unsur niteliğindedir. İlginç bir nokta olarak belirtilmelidir ki Altı Ok’un ve Kemalizm’in hedef tahtasına oturtulduğu şu günlerde medya ve akademi çevrelerinde en az tartışılan prensiptir. Bu da cumhuriyet ideolojisinin toplum bazında ne kadar kökleştiğinin en temel göstergesidir.
Devletçilik: Devletçilik, devletin ekonomik faaliyetlerde temel belirleyici ve düzenleyici olması anlamına gelmektedir. Bu yönüyle müdahaleci bir yapıdadır. Devlet sosyal hayatı olduğu kadar ekonomik hayatı da düzenler. Nitekim devletçiliğin en çok eleştirildiği nokta da budur. Bu yapıda devlet gelişimin lokomotifi durumundadır ve özel teşebbüs ancak belirli şartlarda desteklenir. Bu durum cumhuriyetin ilk yıllarında özellikle ağır sanayi alanında görülmüş, genç Türkiye Cumhuriyeti Devleti üretimi büyük oranda üzerine almış ve Kamu İktisadi Teşebbüsleri aracılığıyla ülkeyi ekonomik olarak ayakta tutmaya çalışmıştır.
Özellikle 1930’lu yıllarda Türkiye’de sermaye birikimi en alt seviyede idi ve sanayi yatırımları istenen seviyeye ulaşmıyordu. Sonunda 1929 Dünya Ekonomik Buhranı’nın da etkisiyle devletçi ekonomiye geçiş yapıldı ve devlet sanayi atılımlarının sorumluluğunu üstüne aldı. Bu dönemde devlet özel teşebbüse de destek verdi ancak kontrolü çoğunlukla elinde tuttu. Günümüzde devletçilik en ağır eleştirilen Kemalist ilkedir ve çoğu kişiye göre artık gerek Türkiye’de gerekse dünyada geçerliliği kalmamıştır. Çoğu ekonomiste göre, bugünün şartlarında, devletçiliğin modası geçtiği gibi serbest girişim cesaretlendirilmeli ve Kamu İktisadi Teşebbüsleri, hangi şartlar altında olursa olsun, özelleştirilmelidir. Bu talep hem ülke içindeki iş çevrelerinden hem de başta ABD ve Avrupa Birliği olmak için uluslararası müttefiklerden gelmektedir. Aslında 1930 yıllarda uygulanan devletçi ekonomi Türkiye’yi döneminin en hızlı gelişen üçüncü ülkesi yapmıştır ancak yeni nesil liberal ekonomistler bu gerçeği göz ardı etmektedirler. Günümüzde özelleştirmeler bir çeşit “yağma” şeklinde gerçekleştirilmektedir ve cumhuriyetin hem maddi hem de manevi kazanımları Batı’ya entegrasyon adı altında, birer birer elden çıkarılmaktadır.
Devrimcilik: Devrimcilik Kemalizm’e dinamizm kazandıran ilkedir ve Atatürkçü düşünce sistemini donuklaşıp muhafazakarlaşmaktan korur, diğer ilkelerin evrensel anlamda geçerliliğini devam ettirmelerine destek olur. Bu ilke sayesinde Kemalizm değişime açık, modern dünyaya uyum sağlayan bir ideoloji olarak ayakta kalır. Devrimcilik, Kemalizm’in kendi köklerini inkâr etmeden modern dünyada hayatta kalmasını ve mevcut sorunlara hala geçerli çözümler üretebilmesini sağlar. Her siyasal ideoloji zamanla donuklaşır ve statükocu hale gelir. Bu tehdit Kemalizm için de geçerlidir. Ancak bahsi geçen ilke devrimcilere, bu tehlikeyi bertaraf etme imkânını verir. Önemli olan Mustafa Kemal’in temel ilkelerinden sapmadan, onun ideolojik yol göstericiliğini takip ederek reform ve daha ufak çaplı devrimlerle Kemalizm’i hayatta tutabilmektir. Dünyada değişmeyen hiçbir şey yoktur ve Kemalizm de zaman içerisinde, değişen şartlara uygun olarak, belirli bir dönüşüm geçirebilir. Bu gelişmeler, Kemalizm’i tamamen ortadan kaldırma amacı gütmediği sürece, yenileyici ve devrimci yönleriyle aydınlatma ve ilerlemeyi sağlama görevlerini yerine getirebilirler.
KEMALİST EKONOMİ
Kemalizm’in kendine has bir ekonomik yapısı vardır. Ne kapitalizmi savunur ne de sosyalizmi. Ahmet Taner Kışlalı bunu “Üçüncü Yol” ve “Sosyal demokrasi” kavramlarıyla tanımlamaya çalışmıştı. Bu yaklaşım en azından basit seviyede anlamlı olabilir.
Kemalist ekonomi büyük oranda devletçiliğe dayanır ve devletçiliğe duyulan ihtiyaç Türk halkının ekonomik problemleri, sosyal yaşam şartları, toplum psikolojisi ve dünyayı etkisi altına alan uluslararası sorunlar dolayısıyla doğmuştur.
Uluslararası kapitalizmde yatırımın temelinde belirli bir zümrenin çıkarları gözetilirken Kemalist devletçilikte tüm yatırımlar sosyal fayda anlayışıyla gerçekleştirilir. Buna göre devlet, özel yatırımcıların yerini alır, onların sorumluluğunu üstlenir. Bu noktada devletçilikle halkçılık birbirini destekler nitelik kazanır. Burada önemli olan belirli bir sınıf veya toplumsal tabakanın zenginleşmesi değil toplumun genel refahıdır. Bu noktada anlaşılması gereken nokta devletçiliğin sadece ekonomik bir prensip olmadığı, sosyal yaşamı ve değerleri de yakından ilgilendirdiğidir. Amaç hem üretimi sağlamak hem de toplumu vahşi kapitalizmden korumaktır.[22]
Kemalist ekonominin temel özellikleri şu şekilde özetlenebilir:
Kendine yeten ancak aynı zamanda uluslararası pazarlarla bağlantılı bir ekonomi.
Devletin üretimi kendi kontrolünde tuttuğu bir ekonomik anlayış.
Bireysel birikimleri ulusal sermayeye çeviren ve bunu ulusal sanayiye yönlendiren bir ekonomik sistem.
Politik bağımsızlığı olan, dış borcu neredeyse hiç olmayan ve mevcut borcu da kontrol altında tutan bir ekonomi.[23]
DEMOKRASİYE GEÇİŞ TARTIŞMALARI
Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren Mustafa Kemal çok partili rejime geçme denemelerinde bulundu. Ne yazık ki kurulmasına ön ayak olduğu iki muhalefet partisi de kısa sürede devrim karşıtı ve gerici güçlerin toplandığı odak noktaları oldu. Dolayısıyla çok partili rejime geçiş 1946 yılına kadar mümkün olmadı.
Son yıllarda en sık sorulan soru “çok parti rejimine geçişin Atatürk zamanında gerçekten mümkün olup olmadığıdır”. Tarihi belgeler açıkça ortaya koymuştur ki Atatürk bunu büyük bir hevesle denemiş ancak toplum henüz böyle bir değişime hazır olmadığı için cumhuriyeti kuran kadrolar geri adım atmak zorunda kalmışlardır. Mustafa Kemal, devrimler vasıtasıyla yüzyıllardır sessiz ve tepkisiz yaşayan toplumu canlandırmaya çalışmış, bunun için elinden ne geliyorsa yapmıştır. Ancak devrimlerin henüz tam olarak yerleşmediği bir dönemde çok partili yaşama geçmek devrimleri de riske atmaya başlamış, başta laiklik olmak üzere pek çok devrimci değer ciddi tehlikelerle karşılaşmıştır.
Türk toplumunun genel eğitimsizliği, tutuculuğu ve yüzyıllardan gelen cehaleti Mustafa Kemal’i “tepeden aşağıya” doğru devrim yapmaya zorlamış, zaman içinde ise bu yöntem pek çok liberal tarafından eleştirilmiştir. Oysa ki mevcut şartlarda tam ters yönde davranmak mümkün olmamış, yüzyıllardan gelen dini otoriteyi kırmak için devlet gücünü kullanmak elzem olmuştur. Mustafa Kemal bu “tepeden inmeci” olmakla eleştirilen eylemini şöyle açıklamıştır:
“Aşağıdan yukarıya, temelden çatıya doğru yükselen… bir kuruluş, kuşkusuz sağlam olur. Şu var ki, her işin başlangıcında aşağıdan yukarıya olması istenirse de yukarıdan aşağıya doğru olması kaçınılamaz. Bütün işler böyle aşağıdan yukarıya, temelden çatıya doğru oluşup gelişselerdi bütün insanlık amaçlarının hepsine kavuşmuş olurdu. Böyle gerçekleşmelerin olanakları bugüne dek tam kavramıyla bulunamadığı için girişken kimseler uluslara yönelmesi gereken yolu göstermekten kendilerini alamıyorlar. Böylelikle ilkin yukarıdan aşağıya bir oluşma başlıyor.”[24]
Görüldüğü gibi Mustafa Kemal de aşağıdan yukarı devrimi savunmakta ancak tarihsel ve sosyal şartların buna izin vermediğini belirtmektedir. Tepeden inmeci olmakla eleştirilen Atatürk bu sebepten pek çok kişi tarafından bir Jakoben olarak nitelendirilmiştir.
Türkiye’de Jakobenizm şeytani bir hareket olarak görülmektedir. Ancak Fransız tarihine dair aşağıdaki alıntı bu konuda son derece aydınlatıcıdır:
Jakobenler, aydınlanma düşüncesinin henüz dar bir elitin sınırlarını aşmadığı köylü bir toplumda, özgürlük ve özellikle eşitlik ilkesini geniş kitlelere yaymışlardır. Onlar sayesinde Aristokratik unvanlar kalkmış ve vatandaş sözcüğü genel hitap biçimi almıştır. Yine onlar sayesinde rejimin ancak cumhuriyet olabileceği fikri bir ulusal uzlaşma halini almıştır. Muhafazakâr çevrelerin de katılımıyla- çok küçük bir monarşist azınlığın dışında- Jakobenlerin baş sloganı “Cumhuriyetçilik”, bugün Fransız kimliğinin temel ilkelerindendir. [25]
Bu açıdan bakıldığında Mustafa Kemal gerçek bir Jakobendir. Tarihsel şartlar bunu kaçınılmaz kılmıştır. Türk Devrimi’nin “yukarıdan aşağıya” olan karakterini eleştirenler bilimsel ve alternatif çözümler getirmek zorundadırlar. Kendileri gibi düşünmeyen herkesi “seçkinci” ve “halktan kopuk” olmakla suçlayanlar, cehaletin ve tutuculuğun akıl almaz boyutlarda olduğu parçalanmış bir ülkede “başka bir çıkış yolu olabilir miydi?” sorusunu cevaplamakla yükümlüdürler.
Bütün bunların ötesinde Mustafa Kemal’in nihai amacı ülkeye gerçek demokrasiyi getirmekti. Ancak o toplumu küçük bir çocuğa benzetiyor ve bu küçük çocuk büyüyene kadar birisinin ona yol göstermesi gerektiğini düşünüyordu. Öncelikle devletin temelleri sağlam olmalıydı ve çocuk kendi kararlarını ancak bu noktadan sonra özgürce verebilmeliydi. Bu meseleyle ilintili ilginç bir yorum aydınlatıcı nitelikte olacaktır. Özer Ozankaya söz konusu meseleyle ilgili olarak şöyle konuşmaktadır:
“Nüfusun büyük kısmı çok düşük bir gelir düzeyinde yaşayan, okuma yazma yeteneğine sahip bulunmayan bir ülkede çok partili parlamenter düzeni tutarlı olarak uygulamak hemen hemen imkânsızdır; çünkü partiler, parlamento gibi demokratik usullerin görüntüsü altında, gelecekte feodal nitelikte otokrasi yolları işlemeye devam etmektedir. Çok partili parlamenter düzen, bu feodal otokrasi kalıntılarıyla savaşmak bir yana, onları örtülü olarak yaşatmaya bile yarayabilmeliktedir.”[26]
Bu alıntıdan da anlaşılacağı gibi feodalizm kalıntılarında kurtulamamış ve henüz kentleşme sürecini tamamlayamamış toplumlarda demokrasiyi kısa sürede inşa etmek mümkün değildir. Bu tür bir erken çaba mevcut kurumların erozyona uğramasına ve bir süre sonra yok olup gitmesi ne sebep olabilir. Bu sebeple Mustafa Kemal’in “tepeden inmeci” olmakla eleştirilen tavrı tarihsel bir zorunluluğun ürünüdür. Devrimler yerleşmeden demokratikleşme adına atılacak adımların daha çok demokrasiden ziyade daha çok faşizm getirme tehlikesi her zaman bulunmaktadır.
MUSTAFA KEMAL’İN KİŞİLİĞİ VE EYLEMLERİNE ETKİSİ
Mustafa Kemal’in genel kişilik özellikleri de Kemalizm’e dair bir değerlendirme yaparken göz önünde bulundurulmalıdır. Sonuçta Mustafa Kemal’in hayata bakışının siyasal düşüncelerini şekillendirmemiş olması düşünülemez.
Öncelikle Mustafa Kemal gerçek anlamıyla bir liderdi ve bu liderlik vasfı etkileyici karizması üzerinde yükseliyordu. Karizma olgusu Max Weber’in sıkça üzerinde durduğu bir kavramdır. Weber’e göre karizmatik kişi bir liderde olması gereken tüm özellikleri benliğinde toplar ve kendini topluma kabul ettirir. Nitekim Mustafa Kemal’in de Türk toplumu üzerinde büyük etkisi olmuştur. Pek çok insan onu, Weber’in de benzer nitelikteki kişiler için söylediği gibi, doğaüstü bir insan olarak görmüştür. Bu imge toplumun bilinçaltına yerleşti ve kısa sürede ülkede bir Atatürk kültü oluştu. Atatürk bugün bile Türk halkı üzerinde büyük etkiye sahiptir ve pek çokları için düşünceleri ve eylemleri tartışılmaz bir liderdir.
Mustafa Kemal’in bir diğer özelliğiyse oldukça dikkatli ve tedbirli bir insan olmasıdır. Askeri ve politik alandaki başarılarını büyük oranda bu niteliklerine borçludur. Tedbirli tavrı özellikle yabancı ülkelerle ilişkilerde dikkat çekmektedir. Asla maceracı değildir ve elindekinin kıymetini bilir. Örneğin İstiklal Savaşı başarıyla sonuçlandırıldıktan sonra daha fazla toprak almaya çalışmamış yalnızca eldeki topraklar üzerinde devlet otoritesi kurmaya çalışmıştır. Siyasi rakibi Enver Paşa dünyayı fethetme planları yaparken Mustafa Kemal Anadolu’yu elde tutmayı amaçlamış ve bunu başardıktan sonra da irredentist idealler peşinde koşmamıştır. Mustafa Kemal uluslararası politikada aklı ve bilimi ön plana çıkarmış, dünya konjonktürünü göz önünde bulundurmadan tek bir adım bile atmamıştır.
Mustafa Kemal kendisine her zaman çok güvenmiş, büyük askeri ve politik başarılara da bu şekilde imza atmıştır. Gerek kendine gerekse ulusuna olan inancı onu ayakta tutmuş ve yapılamaz denen şeyleri başarmıştır. Ancak son derece ihtiraslı birisi olsa da asla hırsına yenik düşmemiş, eylemlerini belirli bir plan ve program dâhilinde gerçekleştirmiştir. Bu şekilde hem sağlam bir devletin temellerini atmış hem de ülkesine ve bölgeye barış getirmiştir.
Mustafa Kemal’in en önemli vasıflarından biri de ileri görüşlülüğü olmuştur. Bu özelliği ona savaş alanında kısa vadede, politik alanda ise uzun vadede önemli başarılar kazandırmıştır. Mustafa Kemal’in geleceğe dönük tahminleri hiçbir zaman tesadüflere veya şansa bağlı olmamış, her tahmin, bilimsel ve sağduyulu hesaplamalar sayesinde gerçekleştirilmiştir. Bu sayede Mustafa Kemal geleceğe dönük planlarında nadiren yanılmış ve hem kendini hem de ülkesini dünya çapında saygın bir yere getirmiştir.
Bütün bu niteliklerin dışında Mustafa Kemal yalnızlığı seven, tek başına hareket etmek arzusunda olan bir asker ve devlet adamı olarak dikkat çekmiştir. Ömrünün önemli kısmını diğer insanlardan göreceli olarak uzakta, kendi iç dünyasına kapanarak geçirmiştir. Askeri okulda öğrenciyken de, Trablusgarp’ta savaşırken de, Kurtuluş Savaşını yönetirken de kendi iç sesini dinlemiş, yalnızlığı bir yaşam şekli olarak değerlendirmiştir. Bunun en büyük sebepleri Mustafa Kemal’in küçük yaşlardan itibaren kendini diğer insanlardan ayrı bir yere koyması, yüksek gururu, kendine olan güveni ve diğer insanlar tarafından anlaşılamama korkusudur. Bu şekilde Mustafa Kemal küçüklüğünden itibaren kendi kendini eğitmiş, disipline etmiş ve kendi kurallarını koymuştur. Öğrencilik yıllarından itibaren otoriteye baş kaldırmayı alışkanlık haline getirmiş, mevcut kuralları küçümsemiş ve içinde daima isyan etmesini sağlayacak gizli bir güç barındırmıştır. Tüm o askeri ve siyasal başarılarının ve sınır tanımaz devrimlerinin altında işte bu kural tanımayan ruhun izleri vardır.
DİN TARTIŞMALARI
Mustafa Kemal’in dine yaklaşımı oldukça tartışmalıdır. Her ne kadar resmi tarihte açıkça yer almasa da genel kanı Mustafa Kemal’in dini inanışlarının zayıf olduğu yönündedir. Kendisinin kişisel tercihlerine baktığımızda dine dair eleştirel görüşleri olduğu iddiaları gündeme gelir. Nitekim radikal İslamcıların kendisine karşı duyduğu nefret tesadüfî değildir. İlginç olansa bu durumun hemen herkes tarafından bilinmesi ancak toplumdaki Atatürk sevgisine zarar vermemek adına konuya pek fazla değinilmemesidir. Oysaki kimi iddialara göre Mustafa Kemal bir keresinde Kazım Karabekir’e “Öncelikle din kavramını ortadan kaldırmalıyız” demiş, İngiliz bir gazeteciye de “Benim dinim yok. Bazen tüm dinler denizin dibine batsın istiyorum” şeklinde bir demeç vermiştir.[27]
Öte yandan bazı Alevi grupları Mustafa Kemal’in Alevi kökenli olduğunu ve Bektaşi inanışına bağlı olduğunu ileri sürmüşlerdir. Buna göre Mustafa Kemal ve ailesi Bektaşi ideallerine sahiptir. Ancak Mustafa Kemal’in Alevi ritüellerine ilgi duyduğunu gösteren bir kanıt yoktur. Buna karşılık Aleviler Mustafa Kemal’e daima yakın ilgi göstermişler ve sempatiyle bakmışlardır. İstiklal Savaşı süresince kimi Aleviler onu bir tür “kurtarıcı” olarak görmüşler, Baki Öz’ün iddiasına göre Hacı Bektaş’ı ziyaret ettiğinde dergâhın önünde kimi Aleviler atının üzengisini öperek onu karşılamışlar, ayrıca Ankara’ya girişinde seymenler tarafından selamlanmıştır. Bektaşi tarihin göre Seymen alayı yalnızca üç kez yola düzülmüştür. Birincisi Selçuk Bey’in Han seçilmesi, ikincisi Osman Bey’in ilk Osmanlı sultanı seçilmesi ve üçüncüsü de Mustafa Kemal’in Ankara’ya gelişi içindir.[28]
Bütün bunların sonrasında, elbette ki devrim döneminde pek çok Alevi dergâhı devlet tarafından kapatılmıştır. Ancak Alevilerin tepkileri Sünnilerin tepkilerinden çok farklı olmuştur zira Aleviler kendi dini idealleriyle Cumhuriyetin ideallerinin paralel olduğunu düşünmüşler ve devrimlere destek vermişlerdir. Bu sebeple cumhuriyet tarihi boyunca Alevi toplumu cumhuriyetin ve Kemalist değerlerin en önde gelen savunucuları olmuşlardır. Bugün bile Atatürk, pek çok Alevi için, özel ve saygı gösterilmesi gereken bir lider figürü konumundadır.
KEMALİZME YÖNELİK ELEŞTİRİLER
Son yıllarda Kemalizm’e yönelik eleştiriler gittikçe artmaktadır. Bugün itibariyle İslamcılar, Kürt milliyetçileri, neo-liberaller ve radikal sol hareket mensupları Kemalizm’e acımasızca saldırmakta ve Türkiye’deki her sorunun kaynağının Mustafa Kemal ve onun devrimleri olduğu düşüncesini yaymaya çalışmaktadır. Kimi çevreler bu eleştirileri bilimsel niteliği olmayan veriler doğrultusunda reaksiyonel olarak yaparken kimileri Tarık Zafer Tunaya’nın da yıllar önce belirttiği gibi “şöhret, gelir ve intikam” amacıyla söz konusu saldırıları gerçekleştirmektedir.[29] Bu konuda yapılan eleştirilerden bazıları şunlardır:
Bülent Uluer (Dönemin ÖDP Parti Meclisi Üyesi): Türk Kurtuluş Savaşı, büyük kurtulamayış savaşı enteresan bir savaştır. Yunanlılara karşı bir savaştır… Hilafetin kaldırılması, fesin gitmesi (kılık kıyafet devrimi diyorlar) moda şeylerin değiştirilmesi gibi bir şey. Padişahlık gitmiş yerine daha tehlikeli bir yönetim gelmiştir. Mustafa Kemal bir diktatördü.[30]
Ertuğrul Kürkçü (ÖDP Kurucularından): Kemalizm’in bir bütün olarak tarihsel anlamı, Osmanlı Devleti’nin belkemiğini kurtarma projesiyle örtüşür. Ben, yayılmacı bir dış politika yaklaşımının hiç de Kemalizm’le çelişik olduğunu düşünmüyorum.[31]
Prof. Asaf Savaş Akat (Dönemin SHP Üyesi): 1923-50 arası uygulamaları bildiğimiz klasik bir diktatörlüktür. Şeklen de içerik olarak da, işçi düşmanıdır, sınıf düşmanıdır, aşırı milliyetçidir… Sosyal demokrasi olarak hedeflerimizden biri Cumhuriyetin yeniden kurulmasıdır.[32]
Murat Belge: Kemalim Fransız kolonyalizmine benzer. İnsanların tanımlanmış rasyonel çerçeve içinde davranmasını talep eder… Bunun bir başka versiyonu da bir yerde Stalinizme gider… Başından beri bir halk hareketi değildir. Kurtuluş Savaşını da gerçekten bir halk hareketi olarak tanımlamamak mümkün değil. Çerkez Ethem daha halkçı bir alternatifi temsil etmiştir… Atatürk bir fikir adamı değil.[33]
Prof. İdris Küçükömer: Bir yanda Lloyd George’un desteklediği Yunanlılar, öte yanda ise Lord Curzon ve askeri çevrelerin desteklediği Kemalistler arasında bir savaş verilmiştir. Lord Curzon ve askerler Anadolu’da bir Türk devletinin kurulmasından yana olmuşlardır. Bu nedenle Kurtuluş Savaşı anti-emperyalist bir savaş değil bir Türk-Yunan savaşıdır.[34]
Zehra Arat: Kemalist reformlar, kadını özgürleştirmeyi ya da kadın bilincinin ve kadın kimliğinin gelişmesine katkıda bulunmayı değil, Türk kadınlarını daha iyi eş ve anne yapacak eğitim ve becerilerle donatarak Cumhuriyetçi-ataerkil düzene katkılarını artırmayı amaçlıyordu… Kemalizm kadınların ezilmişliğini tam anlamında kavrayamadığı gibi , kadınlara bir de kalkınma görevi vererek yüklerini artırmıştır.[35]
Bu bölümde örnekler çoğaltılabilir. Yukarıdakiler en dikkat çekici olanlardan bazıları. Bu çalışmada amaç her bir iddiayı ele alıp onları teker teker yanıtlamak değil. Zaten bu konuda hazırlanmış pek çok akademik araştırma ve eser var. Meraklıları bu kaynaklardan daha detaylı bilgiler edinebilirler.
Peki, yukarıdaki ithamları yapanların tam tersi düşüncede olanlar yok mu? İşte Mustafa Kemal üzerine yazılmış tam karşı cepheden bazı yorumlar şu şekilde sıralanıyor:
Zekeriya Sertel: Hitler ve Mussolini biçiminde bir diktatörlüğe gitmedi. Kişi yönetiminden çok meclis egemenliğine yani halk egemenliğine önem verdi. Bütün koşullar O’nun Doğulu bir diktatör olmasına elverişliydi. Fakat asker olmasına rağmen “Benevolent dictatorship” diye adlandırılan biçimde yumuşak, sevimli ve akıllı bir otorite kurdu. Bu otorite diktatörlükte olduğu gibi korkuya değil, sevgiye dayanıyordu. Ona bu kuvveti veren şey halkın kendisine sevgiyle bağlı olması idi… Biz eleştirilerimizi özgürce yapabildik. Nazım Hikmet en devrimci şiirlerini O’nun döneminde yazdı… Bugün memlekette ilerici kuvvetler Atatürk ilkelerine dayanarak savaşabiliyorlar… Onun için Atatürk dün de büyüktü, bugün de büyüktür, yarın da büyük kalacaktır. Biz, uğrunda savaştığımız özgürlük ve demokrasiye ancak O’nun açtığı yoldan ulaşabiliriz.[36]
Şitti Şavari (Mısırlı Kadın Hakları Aktivisti): Siz ona Atatürk diyorsunuz biz onu Ataşark diye anıyoruz; o yalnız Türklerin değil bütün Doğu’nun, özellikle Mısır’ın da atası ve önderidir.[37]
Sucheto Kripalani (Hindistan Parlamento Komitesi Eski Başkanı): Atatürk yalnızca Türk ulusunun değil, özgürlüğü uğruna savaşan bütün ulusların önderiydi; Türkiye onun yol göstericiliği altında bağımsızlığına kavuştu; Biz Hintliler de onun gösterdiği yoldan yürüyerek özgürlüğümüze kavuştuk.[38]
Habib Burgiba (Tunus Eski Devlet Başkanı): Mustafa Kemal’in kişiliği, halk kitlelerinin ayaklanması ve halk mücadelelerinin ölçüsü olmuştur. Bu mücadeleler, onun ölümünden sonra da genişlemesini sürdürmüş, Batı ve Doğu bloklarının dışındaki üçüncü dünyaya da yayılmış ve onları sömürge tahakkümünden kurtarmıştır.[39]
Stefan Velikov (Bulgar Tarihçi): Türk ulusunun kurtuluş savaşı ya da Kemalist İhtilali, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Asya’da meydana gelen anti-emperyalist eylemin en aydınlık örneğidir. Köleleştirici emperyalist sömürgeci sisteme son derece güçlü bir darbe indiren Türk ulusunun bu savaşı yakın doğudaki Müslüman ülkeleri büyük ölçüde etkiledi.[40]
Kalküta Öğrenci Birliği: [Mustafa Kemal] büyük asker, lider, reformcu ve yurtsever; Türkiye’nin kurtarıcısı, İslam dünyasının umudu ve iftihar kaynağı, Asya’nın savunucusu ve çağımızın en büyük devlet adamı[dır].[41]
Dr. Stephen Ronart (Gazeteci): Ancak bir tek adam emperyalist gücün içyüzünü gerçekliği ile sezip kavramış ve devrimci dinamiğin bütün mantıksal sonuçlarını hesaba katarak ona karşı koyabilmişti: Kemal Atatürk.[42]
UNESCO’nun 1981’de Atatürk Hakkında Çıkardığı Karar Metni: Uluslararası anlayış işbirliği ve barış yolunda çaba göstermiş üstün bir kişi olağanüstü reformlar gerçekleştirmiş bir devrimci sömürgecilik ve emperyalizme karşı savaşan ilk lider insan haklarına saygılı dünya barışının öncüsü bütün hayatı boyunca insanlar arasında renk din ve ırk ayrımı gözetmeyen eşsiz bir devlet adamı, Türkiye Cumhuriyeti’nin Kurucusu.[43]
Atatürk’ün lehinde veya aleyhinde olan bütün bu sözlerin ötesinde uzlaşılması gereken nokta Atatürk’ün de bir insan olduğu, dolayısıyla eleştirilebileceği ancak bunun mantıklı sınırlar ve tarihsel gerçekler göz önüne alınarak bilimsel metotlarla yapılması gerektiğidir. Mustafa Kemal insanüstü bir varlık değildi ancak büyük devrimler gerçekleştirdiği ve gerek Türkiye’nin gerekse diğer Doğulu halkların gelişmesi için onlara yol gösterdiği ve cesaret verdiği de bir gerçektir. Bu kadar önemli bir tarihsel figüre saldırmadan önce biraz tarih okuyup bilimsel sentez yeteneğini geliştirmek herkes için daha faydalı olacaktır.
MUSTAFA KEMAL VE GÜNÜMÜZDE KEMALİZM
Özellikle Soğuk Savaş’ın bitmesinin ardından Mustafa Kemal ve onun yarattığı değerler dört bir yandan saldırıya uğramaya başladı. Bir yanda İslamcılar diğer yanda etnik milliyetçiler, öte yanda Batılı devletler ve onların yurt içindeki işbirlikçileri “tarihimizle yüzleşelim” ve “resmi tarihin yalanları” başlıkları altında Türkiye’yi bir arada tutan en önemli tarihsel figüre ve onun mirasına saldırmaya başladılar. Hâlbuki insanlar ölebilir veya eski güçlerini yitirebilirler ancak yüksek idealler her zaman varlıklarını sürdürmeyi başarırlar.
Mustafa Kemal’in yıllar önce öldüğü ve dolayısıyla fikirlerinin de artık geçerliliğini kaybettiği argümanı yetersiz ve bir o kadar da bilim dışıdır. Mustafa Kemal’in fiziksel olarak aramızda olmaması onun ideallerinin yok olacağı veya unutulup gideceği anlamına gelmez. Dünyanın gittikçe küreselleşmesi, yeni teknolojilerin icadı, toplumsal ve ekonomik yapıdaki değişimler her siyasal ideolojiyi bir takım yenilemeler yapmaya zorlar ancak bu onların tamamen ortadan kalkacağı anlamına gelmez. Kemalizm’e yapılan 1930’larda kaldığı eleştirisi mantıklı ve tutarlı değildir zira her siyasal grup gibi Kemalistler de kendilerini yenileme çabasındadır. Bu eleştirilerin özellikle yüzyıllardır aynı argümanları kullanan İslamcılardan ve Batı dünyasında yazılanları Türkiye’de tekrarlamaktan başka bir şey yapmayan neo-liberallerden gelmesi, eleştirilerin samimiyetini sorgulatır hale gelmiştir. Nasıl ki Marx’ın yıllar önce ölmesi sosyalizmi geçersiz kılmazsa Mustafa Kemal’in de bugün hayatta olmaması Kemalizm’i geçersiz kılmaz. Unutulmamalıdır ki politik idealler kronolojik hesaplamalarla değerlendirilemezler. Sosyal, ekonomik ve politik şartlar ve ideolojilerin bu şartlara uyumu asıl tartışılması gereken olgulardır.
Bugün Türkiye’nin sorunu bir Doğu’ya bir Batı’ya doğru savrulması ama kendi yerini bir türlü bulamamasıdır. Bir kimlik krizi yaşayan 70 milyonluk bu ülke bir yandan İslami fundamentalizmden korkmakta diğer yandan Batı emperyalizminin kucağına düşmek istememektedir. Türkiye’nin ihtiyacı olan şey kendi öz kimliğine dönmesi ve kendi değerlerine bağlı kalarak uluslararası arenada boy göstermesidir. Türkiye’nin ihtiyacı olan şey ne Arap şeyhlerinin parası ne de ABD ve AB emperyalizminin verdiği sözde yol haritalarıdır. Unutulmamalıdır ki Doğu dünyasının Türkiye’ye kültürel anlamda katkı yapması neredeyse imkânsızdır. Hala kadınların ikinci sınıf vatandaş muamelesi gördüğü, recm cezasının uygulandığı bir kültürel yapı Türkiye’ye yol gösteremez. Öte yandan Batı güdümlü demokratikleşme iddiaları da Irak çöllerinin kumları arasında kaybolup gitmiştir. Bölgeye demokrasi getireceğini söyleyen Batılılar yalnızca kan ve gözyaşı getirmiştir.
Dünya siyasal ve ekonomik konjonktürü bu şekilde olduğu müddetçe, Kemalizm Türk halkı için bir umut kaynağı olmaya devam edecektir. Kendi öz kaynaklarına dönen, dışarıdan gelen baskılara kulağını tıkayan ve ahlaki tavrı tarihsel birikiminde bulan Türk halkı için Mustafa Kemal Atatürk ve onun yol göstericiliği daha uzun yıllar varlığını ve önemini sürdürecektir.
KAYNAKÇA
[1] William Edward Gladstone, “Bulgarian Horros and the Question of the East”, (London: William Clowes and Sons, 1876), sf.13
[2] David Lloyd George, 10 Kasım 1914, alındığı yer Doğan Avcıoğlu, “Milli Kurtuluş Tarihi” (İstanbul: İstanbul Matbaası, 1974), sf.35
[3] Erol Ulubelen, İngiliz Gizli Belgelerinde Türkiye (İstanbul: Cumhuriyet Kitapları, Nisan 2006), sf. 200
[4] Andaç Uğurlu, Ed., Türkiye’nin Parçalanması ve İngiliz Politikası 1900-1920 İngiliz Devlet Arşivi Gizli Belgeleri (İstanbul:Örgün Yayınevi, 2005), sf. 506
[5] Attila İlhan, Aydınlar Savaşı (İstanbul: Bilgi Yayınevi, 1996) sf. 82
[6] Attila İlhan, Aydınlar Savaşı (İstanbul: Bilgi Yayınevi, 1996), sf. 83
[7] Özer Ozankaya, Cumhuriyet Çınarı (Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1995), sf. 23-24
[8] Metin Aydoğan, Türkiye Nereye Gidiyor (İzmir: Umay Yayınları, Kasım 2006) 166 Alındığı kaynak: Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III , Atatürk. Araş.Mer cilt.III, ed.5, sf. 87-88
[9] Metin Aydoğan, Türkiye Nereye Gidiyor (İzmir:Umay Yayınları, Kasım 2006) 171 alındığı kaynak: Turgay Tüfekçi, Türkiye 29 Ekim 1930 Türkiye, Orkun Dergisi, Mart 2002, cilt:49, sf.4
[10] Mustafa Coşturoğlu, Sosyal Şizofreni (Ankara:Güldiken Yayınları, Mart 1999) sf. 300
[11] Vural Savaş, Militan Atatürkçülük (İstanbul:Bilgi Yayınevi, Aralık 2001), sf.19
[12] Metin Aydoğan, Türk Uygarlığı (İstanbul:Umay Yayınları, Mart 2006) 165 alındığı kaynak: Zeki Arıkan, Tarihimiz ve Cumhuriyet Muhittin Birgen, (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1997), sf.131
[13] Metin Aydoğan, Türk Uygarlığı (İstanbul:Umay Yayınları, Mart 2006), sf.165 alındığı kaynak: Zeki Arıkan, Tarihimiz ve Cumhuriyet Muhittin Birgen, (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1997), sf.131
[14] Savaş, sf.29
[15] Emre Kongar, Devrim Tarihi ve Toplumbilim Açısından Atatürk (İstanbul:Remzi Kitabevi, 1999), sf. 317
[16] Ozankaya,sf.176
[17] Metin Aydoğan, Yeni Dünya Düzeni, Kemalizm ve Türkiye vol.II (İstanbul: Umay Yayınları, 2004), sf. 798 alındığı kaynak: Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, Cilt III (İstanbul:İstanbul Matbaası, 1974), sf.1481
[18] Ceyhun Atuf Kansu, Devrimcinin Takvimi (İstanbul: Cumhuriyet Kitapları, 1997), sf. 100
[19]Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk (Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi, 1990), sf.243
[20] Sinan Tavukçu, Halk Fırkası’nın Altı Ok’u Tespit Edilirken Yapılan Laiklik Tartışmaları, Haber 10 Web Portalı, 7 Temmuz 2008, alındığı yer http://www.haber10.com/makale/11974, alındığı tarih 3 Aralık 2010
[21] Emre Kongar, Yeniden Laiklik ve Türban Dersleri, Cumhuriyet Gazetesi, 16 Mayıs 2006
[22] Ali Nejat Ölçen, Kemalizmin Ekonomisi (Ankara: Güldiken Yayınları, Mart 2000), sf. 21
[23] Ibid., sf.106
[24] Atatürk’ün Söylevleri (Ankara: TDK Yayınları, 1968), sf. 18
[25] Taner Timur, Sürüden Ayrılanlar: Siyasal İktidar, Aydın, Tarih ve Özgürlük (İstanbul: İmge Kitabevi, 2000), sf.142
[26] Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni, vol:II (İstanbul: Tekin Yayınevi, 2003), sf.1208 alındığı yer Özer Ozankaya, Köyde Toplumsal Yapı ve Siyasal Kültür İki Grup Köyde Yapılan Karşılaştırmalı Bir Araştırma (Ankara: Ankara SBF Yayınevi, 1971)
[27] Can Dündar, Hayata ve Siyasete Dair (Ankara: İmge Yayınevi, 1996), sf. 246
[28] Baki Öz, Kurtuluş Savaşı’nda Alevi Bektaşiler (İstanbul: Cumhuriyet Kitapları, 1997), sf. 40-73
[29] Tarık Zafer Tunaya, Devrim Hareketleri İçinde Atatürkçülük” (İstanbul: Cumhuriyet Yayınları, 1997), sf.11
[30] Metin Aydoğan, Yeni Dünya Düzeni, Kemalizm ve Türkiye vol.I (İstanbul:Umay Yayınları, Nisan 2004), sf.175 alındığı yer MK Dergisi, 15 Nisan 1996, vol.I
[31] Ertuğrul Kürkçü, “İyi İşte, Demokratikleştik, Başımıza Gelecek Var!”, ed. Ruşen Çakır, Levent Cinemre, Sol Kemalizm’e Bakıyor (İstanbul: Metis Yayınevi, 1991), sf. 218-219
[32] Asaf Savaş Akat, “1923-50 Arası Sağ Bir Diktatörlük”, ed. Ruşen Çakır, Levent Cinemre, Sol Kemalizm’e Bakıyor (İstanbul: Metis Yayınevi, 1991), sf. 52, 81
[33] Murat Belge, “Tüm Toplum Atatürk Adına Ordudan Dayak Yedi”, ed. Ruşen Çakır, Levent Cinemre, Sol Kemalizm’e Bakıyor (İstanbul: Metis Yayınevi, 1991), sf. 109, 120, 122
[34] Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi vol:I, (İstanbul: İstanbul Matbaası, 1974), sf. VIII
[35] Zehra F. Arat, “Kemalizm ve Türk Kadını”, ed. Ayşe Berktay Mirzaoğlu, 75 Yılda Kadınlar ve Erkekler (İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları, 1998), sf. 52, 68
[36] Zekeriya Sertel, Hatırladıklarım (İstanbul: Remzi Kitabevi, 2000), sf. 191-192
[37] Metin Aydoğan, Türkiye Nereye Gidiyor (İstanbul: Umay Yayınları, 2006) sf.192 alındığı yer Hacı Angı, Atatürk İlkeleri ve Türk Devrimi, İstanbul: Angı Yayınları,1983), sf..65
[38] Metin Aydoğan, Türkiye Nereye Gidiyor (İstanbul: Umay Yayınları, 2006), sf. 192 alındığı yer Aydınlık Dergisi, 09.11.1999
[39] Selahattin Çiller, Atatürk İçin Diyorlar Ki (İstanbul: Varlık Yayınları,1981), sf. 103
[40] Ibid., sf. 109
[41] Bilal N. Şimşir, Doğunun Kahramanı Atatürk (İstanbul: Bilgi Yayınevi, 1999), sf.237
[42] Stephan Ronart, Bugünkü Türkiye ( İstanbul: Müdafaa-i Hukuk Yayınları, 1937), sf.13
[43] UNESCO Resolution on the Ataturk Centennial, Executive Board, 113th session, 1981. Publ: 1982